top of page

BLOG

Ara
Yazarın fotoğrafıAdmin

Bartleby’nin Sandalyesi

Güncelleme tarihi: 4 gün önce

Veli Kahraman’ın, Kâtip Bartleby oyununun sahne tasarımı üzerine Kendisi’yle yaptığı söyleşi

 

Veli Kahraman: Melville’in hikayesi Kâtip Bartleby yazıldığı tarihten bu yana edebiyat dünyasının eşsiz eserlerinden birisi olarak biliniyor ve bu yıl Muhammet Uzuner'in harikulade rejisiyle Cihangir Atölye Sahnesi'nde oyunlaştırılarak sezona güzel bir başlangıç yaptı. Kimdir bu Bartleby?

 

Kendisi: Kapitalizm denen hikayenin özünü hepimiz biliyoruz. Zengin sınıflar, işgalci ve açgözlü tutumuyla zaman içinde sömürüye dayalı bir sistem yaratıyor ve milyonlarca insan da bu sistem içinde bir tür köle olarak yaşamaya çalışıyor. Bartleby de işte o kölelerden birisi. Şöyle söylemek daha doğru olacaktır: Hikaye içinde yer alan dönüşüm anına kadar o da bir köleydi.


Veli Kahraman: Ne oldu da köle olmaktan kurtuldu?


Kendisi: Sanırım, tercih hakkını kullandı.

 

Veli Kahraman: Oyunun görsel tasarım sürecinden biraz söz eder misiniz? Nasıl gelişti? Tasarımcı olarak sizi etkileyen unsurlar nelerdir?

 

Kendisi: Sevgili Muhammet Uzuner ve Arzu Gamze Kılınç, Kâtip Bartleby hikayesini oyunlaştırmaya karar verdiğinde bir araya geldik. Öyküyü okuduktan sonra hakkında yayınlanmış makale vs. araştırdık. Her fırsatta toplanıp konuyu anlamaya çalıştık... Rahat konuşabilir miyiz?

 

Veli Kahraman: Ne demek, biz bizeyiz.

 

Kendisi: Çok şakacısınız... Her neyse, metni tekrar tekrar okudum ve üzerinde düşündükçe giderek sinir bozucu gelmeye başladı bana. Hikâye karşı konulamaz bir çaresizliği ilan eder gibiydi. Yarattığı duyguyla baş edemeyince metnin kapalı olduğunu düşünüp işin içinden sıyrılmaya çalıştıysam da nafile. Her halde ben anlamıyorum diyerek hikâye hakkında yazılanlara göz attım; pasif direniş, vicdani red, absürt yazımın kökleri gibi kavramlar zihnimde uçuşuyordu. Önce Agamben'in sonrasında Gilles Deluze’in konu hakkındaki görüş ve düşünceleri yardımıma koşar gibi oldu ama yine de sinir oluyordum öyküye ve hatta öykünün baş kahramanı Bartleby’e...

Bu öykü adeta beni anlatıyordu ve de seni ve şurada ileride çalışma içinde debelenen diğerimizi ve de diğerlerini. Kâtip Bartleby aslında bütün diğerlerimizin öyküsüdür.

 

Veli Kahraman: İlginç. Peki bu hikayede sizin rolünüz nedir?

 

Kendisi: Öyküyü bir tiyatro oyunu olarak sahneleme fikri oluştuktan sonra, konuyu anlamak ve tiyatro ortamında ona bir atmosfer, bir çevre tasarlamaktı benim rolüm.

Sahne demek görünmek demektir. Öyleyse ne yaparsam o görünecekti. Yalnız sahnede dekor niyetine neyin gözükmesi gerektiği konusunda henüz hiç bir fikrim yoktu.

Muhammet'le çalışmaya başladığımızda, uzun bir süre içerikle ilgilendik. Konuştuk, tartıştık. Çok geçmeden bazı eskizler karalamaya başladım ama aslında hikayenin altında biraz ezik hissediyordum. Hemencecik bir dekor tasarımı yapılabilirdim elbette fakat taktım kafaya ille de içerik. Ne diyordu bu yazar? Nasıl çözeceğiz bu hikâyeyi? Kendimi bir sahne tasarımcısından çok, Melville’in ortaya attığı problemi çözmeye adayan birisi olarak buluverdim aniden. Fakat bu iş tek başıma beni aşardı. Yalnız bir saniye. Belki de aşmazdı. Aşmamalıydı. Bartleby’i tek başına aşmadığına göre beni niye aşsındı ki.


Veli Kahraman: Bazı eskizlerden söz etmiştiniz?

 

Kendisi: Eskiz defterime yaptığım ilk dekor taslakları arasında Bartleby’i sahnede dev bir kukla olarak gösteren basit bir çizim vardı. Boş bir sahnenin ortasında kocaman bezden bir kukla duruyordu. Buluştuğumuzda, eskizi Muhammet’in göz hizasına gelecek şekilde hafifçe kaydırdım. Nezaketle "Almayayım," dedi.

Hâlbuki ne güzel olacaktı. Bartleby, sahnede çuval gibi oturmuş dev bir kukla olsaydı, oyundaki Avukat ve diğer karakterler de armut minderlere oturur gibi Bartleby’nin üstüne otursaydı bu iş hepten çözülecek ben de çok rahat edecektim. Hem ben hem insanlık…



Veli Kahraman: Devam edin lütfen.

 

Kendisi: "Yok böyle olmaz; çalışmaya, tasarım fikirleri oluşturmaya devam etmek lazım," dedim. Düşünürken, sahnedeki her şeyi karelemek fikri geldi aklıma. Kareleyeyim olsun bitsin diye düşündüm. Eskiz defterine üç beş şey çiziktirdikten sonra gittim atölyeye; Erhan’ın demir ayaklı küçük bir masası vardı, onu aldım ayaklarını boyadım. Abidin Ağabey'den de rica ettim üzerine beyaz bir suntalam kestik. Küçük temiz bir masa oldu. Masanın üzerine kağıt bantla yatay ve dikey çizgiler çektim. Fakat kağıt bant, uçuk sarı renkteydi ve beyaz masanın üzerinde neredeyse görünmüyordu. Görünsün diye bantın üzerine dev markörle siyah çizgiler çizince, masa, kareli bir masaya dönüverdi. Elime geçen her şeyi, dosya, kağıt, daktilo, eski telefon ne varsa bu yöntemle kareledim. Karelenmiş, tam donanımlı bir ofis çalışma masası çıktı ortaya. Ardından masanın üzerine sarkıt bir tas lamba oturttum. Onu da kareledim. Masa kompozisyonu istediğim gibi olmuştu. Harika! Her şey hem kareli hem de teatraldi.

Sistem pek sever kareyi, karelemeyi. Al sana kareli sistemin kareli çalışma masası.

Dekor için gerekli fikri bulmuş gibi hissettim. Bir Bartleby eksikti. O sıralarda üzerinde çalıştığım, bunraku tarzında bir kukla vardı. Onu gözüme kestirdim. Karton koliyi yuvarlayarak yaptığım ince kolları, mukavva gövdesi ve strafordan kafasıyla pek çelimsiz görünüyordu. Tıpkı hikayeyi okurken hayal ettiğim Bartleby gibi; çekilmiş ruhu, cansız bedeni ve de bir boşluk hissi...

Yan tarafa geçtim, bir bardak çay alıp geri döndüm. Bartleby niyetine sandalyeye yerleştirdiğim kukla masanın üzerine kapaklanmış yatıyordu. Yorgun düşmüş bir hâli vardı. Belki de artık bir şeyleri yapmamayı tercih etmesi onu bu hale getirmişti.



Bartleby ile tartışıyormuşçasına biraz çıkıştım kendisine. Yapmamayı tercih eden sen misin al sana! Öylece kapaklanırsın masanın üzerine işte. Kabul et ki cansızsın ve varlığından haberdar değil hiç kimse.

Söylediklerime tepki vermeyen bu kuklanın masa başındaki perişan halini fotoğrafla tesbit etmek istedim. Birkaç resmini çektim. Üst üste iki sigara içip çayımı bitirdiğim sırada heykeltraş arkadaşım Gamze girdi içeriye. Ondan fotoğraflarımı çekmesini istedim. Bartleby’i kenara aldım, masaya geçip oturdum ve bir kaç poz verdim. Gamze gittikten sonra fotoğrafları gözden geçirdim. Hiç bir fotoğrafımı beğenmedim. Saçlarım kül rengi gri ve de yüzüm solgun. Üzerimde bir yorgunluk var gibi. Bir de gülümsemeye çalışmışım ama tam olmamış.



İçinde yer aldığım fotoğraflar hariç diğerlerini hemen Muhammet’e gönderdim… Muhammet’in çok hoşuna gitti. "Bunları ne ara yaptın, sen delisin," dedi bana... Beni sever ve nezaketini eksik etmez. "Çok güzel çalışmalar bunlar." diye ekledi. Detaylar üzerinde durdu, "Bir bakalım, hemen karar vermeyelim. Çalışalım üzerinde." dedi. "Ellerine sağlık." deyip teşekkür etti.

Telefonu kapattıktan sonra "Salaksın." dedim kendi kendime. Ne o öyle, yeni yetme tasarım öğrencileri gibi hemen heyecana kapılıp, henüz olgunlaşmamış bir fikri yönetmene öylece sunmanın anlamı ne? “İyi de,” dedim hemen sonra: "Neyse ne, bizler anlık da olsa heyecanlarımızı paylaşamayacaksak tiyatro yapmamızın ne anlamı var." Sorgulamam beni daha da içeri attı. “Sen tiyatrocu musun?” Diye sordum kendime. "Fikrim yok." dedim yine kendi kendime.

Benim için bir tür sorumluluk duygusundan uzaklaşmanın en iyi yollarından birisidir bu: "Fikrim yok." Belki Bartleby’nin de fikri yoktu yaşadığı dönemde. Belki bir tür ermiş gibi çoktan fikirsizlik mertebesine ulaşmıştı da biz onu anlayamamıştık. Belki de o gerçek bir azizdi. "Hadi canım!" dedim. "Hem bu dünyada yaşayacaksın hem de fikirsiz kalacaksın öyle mi? Sana ait olmayan, senden bağımsız var olan fikirlerin gürültüsü bile üstüne sinmeye yeter."

O sırada eskiz defterime bir salyangoz çizmekte olduğumu farkettim. Spiral ya da salyangoz çizdiğim zamanlar genellikle çok bunaldığım ve çıkış aradığım zamanlardır. Gençken etkilendiğim bir kadının söyledikleri aklıma geldi. Çizdiğim spiral kıvrımlar içimdeki dehayı yansıtıyormuş. Yalnız, onun sözünü ettiği kıvrımların yönü; içten dışa olursa, deha oluyordu da dıştan içe olursa karamsarlık mı oluyordu? Yoksa tersi miydi? Bunu hep karıştırıyorum ve çizerken hangi yönden başlıyorum hiç hatırlamıyorum. Bunları düşünürken dalıp gitmişim. Bir de baktım ki çizmekte olduğum salyangozun üzerine bir figür oturuvermiş. Figürün boynu hafif öne düşmüş ve belli ki yaşamın yükü ağır gelmiş.

"Tamamdır," dedim. "İşte! bu." Rüzgara karşı tuttuğu elindeki bayrağın üzerinde “Yapmamayı Tercih Ederim” yazdığına göre bu küçük figür Bartleby olmalıydı. Aynı sayfada hemen aşağıdaki bir taslak çizimde de benzer bir figür gözüme ilişti. Bu kez bir salyangozu itiyordu... Bunu neden yapıyordu? İncecik çizgiden kolları kendi limitini zorluyor gibiydi. Bu figür gerçekten de Bartleby olabilir miydi? Onu kim görse önce Sysiphos'u hatırlardı. Hemen yanındaki çizimde ise yine aynı küçük figür, bu kez salyangozun gölgesinde bir sigara yakmış dinleniyordu.



Ben de dinlenmek istiyordum ama yapamıyordum. İçimden bir ses bir şeyler çiz, daha çok çiz diye bağırıyordu. Bense çizmeyeceğim, yazacağım diyordum. Sayfanın üzerine Bartleby'den öğrendiğim cümleyi yazmaya başladım: “Yapmamayı Tercih Ederim” Bir satır, bir satır daha. Bu cümleyi her yazışımda sanki içimdeki Bartleby bana arkasını dönüyordu. Sonuçta onunki gibi ‘gerçek’ bir eylem değildi benim yaptığım. Bir sahne tasarım süreci içinde tasarımcının oyalanmalarını yaşıyordum hepsi bu. Ama belki de öyle düşünmemek gerekirdi. Yine de yazacağım her satırın, bir mantra etkisi içinde, beni Bartleby'i kendiliğinden anlayabileceğim bir olgunluğa taşıması umuduyla yazmayı sürdürdüm. Durmadan yazıyordum: “Yapmamayı Tercih Ederim” Bir kez daha bir kez daha… O sırada içeri birisinin girdiğini ve bana hayır yapma dediğini hayâl ettim. "Yeter artık yazma," dedi. "Hayır!" dedim yazacağım. O’na bir sanatçının 'yakalama' görevinden söz ettim. Yakaladığımız anın ve obsesyonun üzerine gitmeliyiz diye ahkâm kestim.

İşim bitince cep telefonuma uzanıp eskiz defterimin birkaç sayfasının fotoğrafını çektim. Acaba bir instagram storyisi mi atsam diye düşünüyordum. Bir an kendime yabancılaştım. Çektiğim eskiz fotoğraflarına baktım. Çok da bir anlam veremedim. Bir sürü karalama... Ne ki bunlar şimdi? En iyisi bunları Muhammet’e göndereyim biraz da o düşünsün dedim... O sırada dayanamayıp bir instagram story hazırladım.


Müzik: The Fugs / Be Free: the Fugs Final CD Part 2 / Bartleby The Scrivener


Veli Kahraman: Pek güzel bir story olmuş. Dikkatimi çekti videonun içinde kukla da yer almış ve hikayeye ayrı bir derinlik katmış. Hâlâ görüşüyor musunuz?


Kendisi: Zaman zaman.


Veli Kahraman: Daha sonraki süreç nasıl gelişti?


Kendisi: Oyunu sezon sonuna yetiştirmek için henüz erken olduğunu düşünüp yaz sonrasına bıraktık. Fakat bu arada Muhammet çoktan prova aşamasına geçmiş ve sahneleme detaylarını yerli yerine oturtmuştu. Benim de katıldığım bir provada oyuncular ofis masaları yerine marke olarak yüksek tabureler kullanıyordu. Ben dahil bütün ekip bu durumu pek benimsemiştik. Sahnedeki ofis ortamını yaratmak için kullanacağımız masalar işte bu kadar küçük ve rahatsızlık verici olmalıydı.



CAS'dan çıktıktan sonra Cihangir'i teneffüs edip Taksim'e doğru yürüdüm. Sıraselviler çok kalabalıktı. Özlemişim buraları diye düşündüm...Caddenin sonuna doğru bir tatlıcı daha açılmıştı. Meydandaki fesli adamlı tatlıcı logosunun yanından geçerken, vitrinde duran baklava kulesiyle göz göze geldik. En alttaki geniş tepsiye damlayan şerbetin üzerime sıçraması an meselesiydi. O an yol ortasındaki küçük masalara oturmuş bir turist ailenin çocuğu hafif mızmızlandı. Sanırım annesiydi, eldivenli elini kara çarşafının altından çıkartıp çocuğun kafasına vurdu ve çocuğu oracıkta terbiyeledi. Karşılarında, saç ekimini yeni tamamladığı belli olan hâliyle, babalar gibi oturmuş şortlu bir adam ağzına attığı kocaman şöbiyeti anında yutuverdi...

Metroya inerken tekrar düşündüm. Masaların küçük olması fikri iyiydi, yerindeydi ama nedense küçük masalar bile gözüme büyük görünmeye başlamıştı... Kadıköy'e geçip atölyenin sokağına geldiğimde tasarımcı olarak bağımsızlığımı çoktan ilan etmiştim. Hayır gerek yoktu masaya. Hem masa dediğimiz kütle, bir sahne elemanı olarak fazla bloke edici değil miydi? Hiç gerek yoktu. Birer sandalye yeter de artardı.

Bunları düşünürken atölyeye girdim. Bir kahve yaptım. İnternet, pinterest derken karşılaştığım çekmeceli bir metal sandalye fotoğrafı çok hoşuma gitti. Sanki sandalyeyi ben tasarlamışım da aradığım şeyi eski dosyalarımdan çıkarıp buluvermişim gibi sevindim. Tek başına sandalyelerden oluşan bir dekor fikrini hızla benimsedim.

İyi de oyundaki kâtipler sürekli masa üzerindeler ve yazı yazıyorlar, masa lazım yani...

Hiç de değil! Onu sonra düşünürüz... Şu yatakta kahvaltı yapılan tepsiler yok mu? Hani dizlere otursun diye altında yastığı olan. İşte ondan kullansın oyuncular. Ya da minderli laptop sehpası. Hayır neden olmasın.



Muhammet de bu fikri beğenir diye düşündüm. Birlikte çalışırken, bazen dekoratif unsurlardan hızla uzaklaşma isteği içinde oluyoruz nedense. Çalışmanın bir yerinde; "Ne gerek var canım dekora aksesuara, bunlar olmadan da tiyatro yapılamaz mı sanki," diyerek, neyi dışarıda bıraktığımızı umursamadan, bir anda boş sahnenin özgürleştirici potansiyeline geri dönme arzusuna kapılıyoruz. İşte boş alan! işte özgürlük!



Sonrasında ise çok geçmeden yeni alternatifler arıyoruz haliyle.

Böylelikle oyun için başka tasarım fikirleriyle ilgilendim bir süreliğine. Bana göre hepsi çok güzeldi. Onlara isim bile vermiştim: 'Oda İçindeki Oda', 'Plastik Damacanalı Ofis' ve 'Yanılsamalı Günışığı' bunlardan bazılarıydı.



Her neyse, yeni arayışlarla vedalaşmam uzun sürmedi ve şu sandalye fikri üzerinde biraz daha çalışayım dedim. Birkaç taslak çizim yaptıktan sonra gözüme kestirdiğim sandalye resmini photoshopla dekupe edip çoğalttım ve sahne perspektifine yerleştirdim. CAS'ın siyah kadife fon perdelerinin önünde gayet güzel görünüyorlardı. Biraz Işık efekti, renk düzenlemesi derken, dekorumuz bana göre neredeyse hazır gibiydi. İşte bu! Başka bir şeye de gerek yok. Mis gibi. Sade, modern, fazlalıklarından arınmış. Ohh be!



Bir çay içtim. Bir sigara yaktım. Eskiz defterimi önüme çektim. Sanatçıların yüzlerce yıldır sormaktan usanmadığı o kışkırtıcı soru geçiyordu aklımdan: "Acaba şunun şurası şöyle olsa nasıl olur?" Eyvah, bu yeniden çalışmak demekti. Her tasarım fikri yeni bir kapı, her kapı yeni bir tasarım fikri. Nerede durmalı?

Hikâyenin başlangıcında Bartleby durmadan yazı yazıyordu. Kendisine verilen evrakları hızla kopyalıyordu. Diğer oyun kişileri de; Hindi, Cımbız ve Zencefil, onlar da yazıyordu. Ama en çok Bartleby. Sahnede üzerinde yazı yazılacak bir masa olması gerekliliği tekrar aklıma takıldı. Peki sandalyenin arkasına menteşeyle tutturulmuş şöyle bir tabla yapsak, bir tür yazı masası olarak aynı işlevi göremez miydi?



"Oldu," dedi Muhammet, "Sırf sen istiyorsun diye bütün oyuncuları sandalyeye ters oturtalım."

"Israr etmiyorum," dedim.

"Acele etmeyelim, daha zamanımız var," dedi.

Photoshoptaki eskize geri döndüm. Acaba şöyle lazer gibi çizgisel ışıklar kullanarak yerine göre ofis mekanını, yerine göre Bartleby'nin iç dünyasını ve de oyundaki hapishane mekanının ambiyansını yansıtmayı hedeflesek nasıl olur?



"Pek güzel olur," dedi Muhammet. "Fakat ışık çözümü nasıl olacak?"

"Bilmiyorum." dedim. Zaten en çok güvendiğim şeylerden birisi budur. Bir şeyi bilmediğimin farkına varıyorsam, bilmemek karşısında özgürleşirim. Böylece sorun karşısında rahatlamış olurum ve dolayısıyla hiç sorun etmem. Daha sonra araştırmam gerekiyorsa bakar araştırırım.

Muhammet devam etti: "Bu eskizlerde en çok hoşuma giden şey aslında ışık niyetine kullandığın çizgilerin boruya benzer bir hisle, sahnede hem mekan duygusu yaratması hem de ortam içinde hayatı baskılayan engeller oluşturması ve de sandalyelerin endüstriyel karakteri," dedi.

"Al benden de o kadar," dedim. Boru hissi veren çizgisel ışık tasarımını anında unutup, sanayi devrimi ve sonrasındaki endüstriyel tahakküm üzerine biraz konuştuk. Zavallı Bartleby ve ofis arkadaşlarının içinde bulundukları durumun vehametinden, aldıkları üç kuruş paradan, izbe çalışma mekanlarından, kapitalizmin merkezi WallStreet'ten vs. söz ettik.

Karnımız iyice acıkmıştı. CAS'ın mutfağında nefis patates yemeği vardı. Afiyetle yedik. Keyif çayından sonra ben çıktım.


Veli Kahraman: istersen buraya kadar bir toparlayalım. Melville’in hikâyesinde geçen olay mekânı bir avukatlık ofisi, o dönemin (1850'ler) ve hâlen günümüzün finans merkezi olarak bilinen, kapitalizmin hem spekülatif hem de fiziki dünyasının inşa edildiği WallStreet’de bir apartman dairesi. İşleri, sabahtan akşama kadar, gelen evrakları el yazısıyla çoğaltmak, tasdik etmek, tasniflemek, sistem için kullanışlı dosyalar oluşturmak olan birkaç kâtip-işçi var içeride. Odaları ışık bile almıyor. Masa başında çalışıyorlar. Yani o dönemin beyaz yakalıları onlar. Diyebilir miyiz?


Kendisi: Diyebiliriz.


Veli Kahraman: Sistemin sürekliliği, yazıya, kaydetmeye ve kopyalamaya bağlı... Bir avukatlık ofisinde kâtip olarak çalışmaya başlayan Bartleby’den beklenen de tam olarak bu: Gelen evrakların kopyasını çıkartmak. Öyle mi?


Kendisi: Tam manasıyla.


Veli Kahraman: Demir çelik üretiminin artmasıyla beraber sanayinin ve her türden üretimin fetişleştirildiği 'Sanayi Devrimi' olarak bildiğimiz yıllarda, her çalışma bandı-tezgahı-masası endüstriyel bir kavrayışla ele alınıyor. Görünümleri de doğal olarak dayanıklılık esasında hantal ve soğuk. Belli bir ergonomi gözetiliyor elbette fakat aslen neredeyse fetiş tasarım objeleri gibi üretilmişler... Günümüz ofis çalışma koltukları ve masalarının ataları diyebilir miyiz onlar için?



Kendisi: Diyebiliriz... Şöyle ki sahnede endüstriyel mizaçlı sandalyeler kullanma fikri hepimiz için netti. Fakat tek başına sandalye kullanma düşüncesi hem yönetmenin mizansenlerini hem oyuncuları fazlasıyla zorlamak anlamına gelecekti. Çeşitli masa tasarımları üzerinde çalışıyordum fakat masa kullanıp kullanmamaya karar verememiştik henüz.



Muhammet'le masa çözümü üzerine konuştuğumuz sırada Arzu Gamze'nin yol göstermesiyle ki her zaman yol gösterir, geldiğimiz nokta hayli net hayli fonksiyoneldi. Masa yerine kolçaklı yazı sandalyeleri kullanmak düşüncesini tereddüt etmeden kabul ettik. Bundan sonra yapılması gereken oyunun dönemsel üslubunu göz ardı etmeden, yazı tahtalı, tekerlekli, demir profilden endüstriyel bir çalışma sandalyesi tasarlamaktı... Fakat bu sandalyeyi asıl önemli kılan neydi?



Veli Kahraman: Ben mi cevaplayayım?


Kendisi: Olur, siz toparlayın lütfen.


Veli Kahraman: Bartleby hikâyesini bir tiyatro oyunu olarak sahneye taşırken oyunun yönetmeni Muhammet Uzuner ile beraber dekora dair gözettiğimiz şeylerden birisi şuydu: Günümüzde iş ideolojisi ve çalışma güzellemesi ile ana karakterleri gizlenen ofis-çalışma ortamlarının, aslında ekipman ve mobilyalarıyla insanı rahatsız eden baskıcı endüstriyel mizaçlarının altını çizmek. Oyunda çalışma masaları yerine yazı yazma aparatlı sandalyeler kullanmamızın nedeni; hikâyeye, yönetmenin yorumuna ya da teatral tasarım düşüncesine mutlak uygunluk dışında; günümüzde daha çok okul, dershane vb. gibi yerlerde pratik bir normallik olarak kabul görmüş bu tasarımların, aslen sistemi yeniden üretmek konusunda gerekli 'belleme' ve kopyalama işlevi gören, rahatsızlık veren unsurlar olmalarındandır. Bu oturakların kapladıkları hacim, yani bizlere sunduğu ‘nefes aralığı', sandalye bacaklarının aralığı kadardır.



Çoktandır, iktidar sahipleri, yazı aracılığı ile dikte etmeyi öğrendi. Dikte etmek enforme etmeyi, bunun için de kuralları kaydetmeyi, yani düşünme ve davranış kalıpları oluşturmayı, kalıpları yaymak için de kopya etmeyi gerektirdi. Kayıt ve kopyalama, sistemin sürdürülebilmesinin asli temellerinden birisini oluşturdu... Her kopyalama eylemi şu ya da bu biçimde sistemin onanmasıdır. Sistemi kopyalama ortamlarımızın daraltılmış alanları olarak çalışma masalarımız ise sistemi yeniden ürettiğimiz lokal mabedlere ve hatta denilebilirki bir tür hapishaneye dönüşmüştür artık.


Her ne kadar tekerlekli büro koltukları bu nefes aralığını genişletiyormuş gibi görünse de yatay düzlemde gerçekleştirilen bu hareket yanılsaması iktidar sahiplerinin hiyerarşik basıncını yaymaktan başka bir işe yaramıyor. Ofis de ya da evde olsun çalışma koltuklarına gömülüp kaldıkça türümüzün bedensel biçimlenmesi dört ayaklı olmaya doğru evriliyor olabilir. Oturup iş yapmaya bu kadar çok ihtiyacımız var mı bundan da emin değilim.

İşte vardığımız sonuç: Bir iktidar sembolü olarak çalışma sandalyeleri.


Bu sistemde insanın özgür olması, biricik olması ve kendini bilmesi-bulması istenmez ve fakat bir gün bir Bartleby çıkar, sandalyesinden kalkar, sadece fikir bile olsa, potansiyel olarak temiz bir sayfa açar önümüzde: Sistemi sürdürmemeyi, diyelim ki: “Yapmamayı” tercih ederek.


Ne iyi ettin de yapmamayı tercih ettin Bartleby!

Bizlere de senden arta kalan o boş sandalye hakkında biraz olsun düşünme fırsatı verdin.


İyi seyirler



Katip Bartleby - Cihangir Atölye Sahnesi 2024

YAZAN: HERMAN MELVILLE

ÇEVİREN: YUSUF ERADAM

SAHNEYE UYARLAYAN VE YÖNETEN: MUHAMMET UZUNER

DEKOR TASARIMI: VELİ KAHRAMAN

KOSTÜM TASARIMI: NİHAN ŞEN

MÜZİK: BERKAY ÖZİDEŞ

DRAMATURG: OYA YAĞCI

IŞIK TASARIMI: MUHAMMET UZUNER​

AFİŞ TASARIMI: VELİ KAHRAMAN​​​

OYNAYANLAR

CAN SEÇKİ, DORUKHAN KENGER, KEREM AKTI, OSMAN ONUR CAN, YUSUF KISA

IŞIK KUMANDA: EKİN BORA BORAN

EFEKT KUMANDA: HARUN ÖZKAN


BİR WALL STREET HİKAYESİ OLARAK GÜNÜMÜZ KAPİTALİST DÜNYASI İÇİN DE SÖZÜ OLAN ÖYKÜDE,

19. YÜZYIL KAPİTALİZMİ VE KAPİTALİST MODERNİTENİN TAŞLAŞMIŞ DÜNYASI

ÖYKÜNÜN ANLATICISI AVUKAT’IN, BARTLEBY HAKKINDAKİ KARARSIZ ANLATIMININ TARİHSEL PANORAMASINI OLUŞTURUR.

BU RUHSUZ DÜNYANIN YARATTIĞI YABANCILAŞMA

MODERN İŞ YAŞAMININ İZOLASYONU VE UYUMA ZORLAYAN YASASI HAKKINDA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ SUNAR.

TAŞLAŞMIŞ BİR DÜNYANIN FİNANSAL MERKEZİNDEN VE 19. YÜZYILDAN BARTLEBY’NİN BUGÜNÜN DÜNYASINA SÖZÜ NE OLABİLİR? 

CİHANGİR ATÖLYE SAHNESİ YENİ TİYATRO SEZONUNDA BU SORUNUN PEŞİNDEN GİDİYOR…​

TEK PERDE, 60 DAKİKA



130 görüntüleme0 yorum

Kommentare


bottom of page